AB’nin Türkiye’yi de içine alması antikapitalist güçler tarafından arzulanamaz,
zira bu da Birliğin doğuya doğru genişlemesinde
olduğu gibi bir emperyalist projedir
Türk halkının % 70’inden fazlası Türkiye’nin AB’ye girmesine
taraftar. İslami hükümet başkanı Erdoğan’dan Kürt Leyla
Zana’ya kadar ülkenin siyasi sınıfı AB’ye girmek için çaba
sarfediyor. Bununla refah, ülkenin demokratikleşmesi ve Kürtler ve
diğer azınlıklar için kültürel haklar bekleniyor.
Birliğe katılımın ön şartları olarak AB
1993’de, Avrupa Konseyi’nde Kopenhag Kriterleri namıyla maruf
şartları formüle etmişti. Fakat çoğu Türk ve Kürt
AB-taraftarları için oradaki sadece demokratikleşme ve
azınlık hakları gibi siyasi kriterler bir rol oynuyor, buna
karşın ekonomik talebler ve bunların sosyal sonuçları
gözardı ediliyor. Bu cümleden olarak ÖDP gerçi AB’nin neoliberal
projesini reddediyor. Fakat o da AB’ye girişten yana, zira Avrupa sadece
kapitalist çıkarları değil, fakat insan haklarını
korumak için oluşturulmuş Avrupa Konvansiyonu gibi tarihi
kazanımları da temsil ediyormuş.
Sermaye çıkarları
AB’ye karşı muhalefet komünist partilerin dışında
özellikle sağcı güçler tarafından mesela günlük gazete
Cumhuriyet çevresindeki kemalist aydınlar, ultramilliyetçi bozkurtlar,
Radikalislamcılar ve askeriyenin bir kesimi tarafından
sergileniyor. AB’ye bağlanış ile ulusal egemenliğin
kaybedilmesi hakkındaki endişe çoğu
AB-karşıtlarının argümentasyonlarında yeni bir ‚Sevr
anlaşması’, yani Türk devlet bölgesinin Avrupai güçlerce
paylaşılması gibi akıl dışı korkularla
karışıyor. Bu analizlerde de ekonomik sonuçlar çoğu zaman
hesaba katılmıyor. Bu nedenle yazımızda AB’ye
girişin kimin işine yaradığı konusunu masaya
yatıracağız.
Şu an AB içinde Türkiye’nin girişi konusunda bütün siyasi
kampların içinde ve arasında gerçekleştirilen
tartışmalarda hakim sınıfların iç ve dış siyasi
çıkarları birbirinin içine geçiyor. Bu cümleden olarak Frankfurter
Allgemeine Zeitung 4 Ekim 2004’de Hristiyan Demokrat Birliği
Başkanı Angela Merkel’e 2006 yılında Başbakan
seçilebilmesi için Türk kartını oynamayı salık veriyordu.
Bu parti federal hükümete iç siyasette karşı koyacak fazla bir
şeyi olmadığından Türkiye’nin AB’ye girişine net bir
karşı çıkış gerekli oy çoğunluğunu
sağlayabilirdi.
Burada islami kökenli göçmenlere karşı da uygulanan ırkçı
yönelişli bu tip iç siyasi kampanyaların ötesinde Avrupai
sermayenin temsilcileri için iki soru önplandadır:
- Türkiye Avrupai emperyalizmin güçlenmesine yol açacak mı ya da bu
Birliğin zayıflatılmasına yönelik ABD’nin bir
denizaltı gemisi mi ?
- Ve Türk piyasalarının, hammaddelerinin ve iş gücünün Avrupa’lı
büyük konsernler ve bankalar tarafından sömürülmesi en az masraf ve
riziko ile nasıl gerçekleşir ? ‚Ayrıcalıklı
partnerlik’ yeterli mi ya da tam üyelik mi gerekli ?
ABD 40 yıldan fazla bir zamandır İsraille birlikte
Ortadoğuda en önemli Batılı düzenleyici güç olan Türkiye’yi
Avrupanın sırtından istikrarlaştırmak için AB’ye
alınması için destek verdi.
Türk askeriyesi Amerikan kontrolü altında olduğu sürece, Türkiye
Büyük Biritanya’nın yanısıra Avrupa’nın içinde bir
başka Truva atını oluşturur. ABD’de Avrupalı
muhaliflerinin ekonomik yönden geri kalmış Türkiye’de ‚fazla yemek
yiyecekleri’ ümidi de olabilir.
Amerikan-Türk ilişkilerindeki artan nizalar Alman ve Fransız
hükümetlerinde son iki senede Türkiye’yi uzun yıllar sürecek olan üyelik
müzakereleriyle Avrupa taraftarı pozisyonlara çevirme ümidini besledi.
‚Eski Avrupa’ gibi Türk Millet Meclisi de siyasi ve ekonomik çıkarlardan
dolayı Irak savaşını reddetmiş ve daha büyük
Amerikan birliklerinin yerleştirilme dileğini geri çevirmişti.
Türk askeriyeleri ABD’yi PKK’nin gerilya savaşçılarına
karşı suskun kalma ve Irak’lı Kürtlere çok hürriyetler
tanımalarından dolayı eleştiriyorlar. Petrol şehri
Kerkük’de Kürt kontrolünü engellemek için Türk ordusu Kuzey Irak’a girme
tehdidinde bulunuyor.
Nato-partnerleri arasındaki gerginliğin sembolik zirvesi Temmuz
2003’de sabotaj yapmakla vazifeli Türk elit askerlerinin Kuzey Irak’da
Amerikan birlikleri tarafından tutuklanmalarıydı.
Türkiye Avrupa’lı konsernler ve bankalar için Ortadoğu’da kara
yolundan Mezopotamya’nın ve Kafkasların petrol kaynaklarına
ulaşılabilen bir köprü kafası olabilir. Bu arkaplandan
bakıldığında Ekim 2004’de Federal savunma bakanı
Peter Struck tarafından teklif edilen yüzlerce Leopar-tanklarının
Türkiye’ye tedariki sadece askeri eski demirlerin yok edilmesi değil ve
fakat 19. yüzyıldan beri dile getirilen Alman-Türk silah
arkadaşlığının yeni bir verziyonu olarak
anlaşılabilir.
Alman ihracat ekonomisi 70 Milyon potansiyel tüketicisi bulunan Türkiye’nin
AB için avantajlar getireceği konusunda emin. Bu cümleden olarak Alman
Büyük Ticaret ve Dış Ticaret Federal Birliğinin bir
açıklamasında 18 Eylül 2004’de şu bilgiler yer alıyor:
‚Piyasalar, sermaye ve iş için Avrupa, ABD ve Asya arasındaki
rekabet 21. Yüzyılda yoğun bir şekilde artacak.
Avrupa’nın üzerinde globalleşme çerçevesindeki baskının
ciddi disipline edici tesirleri bulunacak ve çözülmesinden ziyade
birlikteliğinin güçlenmesine yarayacak. Bu bağlamda Türkiye
demografik faktörünün yanısıra büyüklüğü ve ülkenin yeri
açısından siyasi ve ekonomik avantajlar sağlıyor.
Türkiye’nin Orta Asya’daki Türki Cumhuriyetler üzerindeki nüfuzu
küçümsenmemeli. Avrupa Türkiye’nin girişinden şüphecilerin ve
uyarıcıların bugün sandıklarından çok daha fazla
fayda sağlayacaktır.’
‚Ayrıcalıklı Partnerlik’
Tam üyeliğe Hristiyan Demokratlar tarafından alternatif olarak
teklif edilen 40 yıldır devam eden ‚ayrıcalıklı
partnerlik’in devam etmesi Türkiye’yi üyeliğin getireceği transfer
ödemeleri ve siyasi kararları belirleme hakkı gibi finansal ve
siyasi dezavantajlarından uzak tutarak kontrol etme ve sömürme
girişiminden başka bir şey değil.
Kemalist Cumhuriyet gazetesinin köşe yazarı olan ekonomi bilimcisi
Erol Manisalı bunu haklı olarak İngiltere’nin 19.
Yüzyılda Hindisyan’la yaptığı anlaşmalara benzer bir
şekilde ‚Koloniyal statü’ olarak tanımlıyor.
1) 1996’daki yürürlüğe giren gümrük birliği ile Türkiye’nin
dış ticaret ilişkileri Türkiye’nin söz hakkı
olmaksızın Brüksel tarafından dikte ediliyor. Türkiye bu
egemenlik kaybını tam üyelik yolunun bir gerekli kötü bedeli olarak
kabullendi. Türkiye Avrupalı sanayi ürünlerinin pazarı durumuna
gelmişken, Türk üreticilerinin kendi ürünlerini Avrupa pazarlarında
takdim etmeye fazla şansları yok. Gümrük birliğinin sadece
sanayi ürünleri ile sınırlandırılmasıyla uygun
fiyata üreten Türk tekstil ve gıda üreticileri Avrupa pazarından
uzak tutuluyorlar. Gümrük Birliği Türkiye’nin ticari yönden AB’ye git
gide daha fazla bağımlı olmasıyla sonuçlanıyor;
bütün ithalatın % 49’u AB’den geliyor ve bütün ihracatın % 53’ü
AB’ye gidiyor. Türkiye’nin dış ticaret açığı
yıllık 20 Milyar Dolardır. Türk ekonomisti İlker Ataç
‚Gümrük Birliği AB ile Türkiye arasında asimetrik bir güç
ilişkisinin ifadesidir.’ diyerek uyarıda bulunuyor.
2) Bu asimetrinin sebebi en önemli AB-güçlerinin yarı çevre ülkelerine
karşı emperyalist aşamasında yatıyor ve tam üyelik
konumuyla da değişmez. Tam üyelikle aslında ekonominin
serbestleşmesine doğru başka sorumlulukların altına
girilir.
‚İşleyen bir piyasa ekonomisi’
Türkiye’de neoliberal dönüşüm Bretton-Woods-kurumları
tarafından ta 1980’de başlatılmıştı. 90’lı
yıllarda bu süreç artı bir dinamik kazandı, çünkü Kopenhag
kriterlerine göre ‚işleyen bir piyasa ekonomisi ve AB-iç pazarda rekabet
baskısına dayanabilme yeteneği’ temel bir şarttır.
Türk piyasasının ürün pazarına açılımının
yanısıra alt yapıyı ve sermaye piyasasını ele
geçirme hedefleniyor. 90’lı yılların sonlarından itibaren
bir dizi Türk enerji ve diğer devlet işletmeleri
özelleştirildi ve uluslararası tekeller tarafından özellikle
Almanya tarafından satın alındı. AB-ilerleme
raporları radikal ‚düzenlemeleri ve kuralları azaltma’ tedbirlerini
överken sanayide, banka sisteminde ve tarımdaki ağır ilerleyen
özelleştirmeleri eleştiriyorlar. Türk işçilerinin üçte biri
tarım sektöründe çalışıyorlar, fakat gayri safi milli
hasılanın % 11,5’i orada kazanılıyor.
3) Daha son yıllarda tarım sektöründe AB-uyumu çerçevesinde devlet
nüfuzu azaltıldı ve dayanak fiyatlar şeklindeki ek yardım
sistemi doğrudan ‚gelir güvencesiyle’ değiştirildi. Bütün
işletmelerin % 35’i düşük, kendini doyurma ekonomisine
sınır olan bir üretimle iki hektardan daha az bir toprak
işletiyorlar. Az sermaye yatırımıyla şümullu
işletilen Anadolu tarımı yoğun sermayeli üretim yapan,
yüksek subvansiyonlu AB-tarımcıları ile rekabet edebilecek
düzeyde değil. AB tarafından taleb edilen rasyonelleştirme
tedbirleri milyonlarca iş gücünün boş bırakılmasına
yol açacak.
4) PKK’ye karşı savaş sonucu Kürt köylülerinin tehcir
edilmesinden sonra – bu sefer ekonomik sebeplerle- köyden kaçış
başlayacak. Bu tip göç hareketlerini engellemek için AB-komisyonu ‚uzun
geçiş süreleri’ ya da hatta iş güçlerinin serbest hareketleri
konusunda ‚sürekli korunma opsiyonları’ bildirdi.
Türkiye’den AB’ye giriş müzakereleri başlamadan önce
özelleştirme sürecini ve finans sektörünün reformunu bitirme ve
tarım sektöründeki reformları devam ettirmesi bekleniyor.
Daha açık bir ifadeyle Türk işçilerinin uzun yıllar sürecek
olan müzakere sürecinin yükselen işsizlik, azalan ücretler ve sendika
haklarının azaltılması gibi neoliberalizmin bir piyasa
radikal verziyonuna, bu süre zarfında AB-ek yardımları
beklemeksizin, tahammül etmeleri bekleniyor.
Avrupal’lı konsernler Batı Türkiye’de Batı Avrupa’daki
işçiler üzerindeki baskıyı artırmak için modern
fabrikalar inşa ederlerken, Batı Türkiye’li iş güçleri
aynı zamanda Doğu Anadolu’da gelişen ‚sanayi yedek ordusu’nun
baskısı altındalar. Ücretlerin Avrupa çapında
azalmasının bir başka dalgası bunun sonucu olacak.
Demokratikleşme mi ?
Birçok Türk ve Kürt AB-taraftarı tabana dayalı bir halk hareketinin
Osmanlı İmparatorluğu ya da Türkiye’de bu kadar
başarılı olamadığını savunuyorlar.
Reformlar sürekli eski kolonyal güçlerin dış baskısı
sonucu ya da yukarıdan – askeri darbelerle- gerçekleştirilmiş.
Bugün Kopenhag kriterlerinde bahsedilen ‚kurumsal istikrar, demokratik ve
hukuk devletine dayalı düzen, insan haklarına riayet ve
azınlıklara karşı saygı ve korunmaları’ gibi
asgari siyasi standartların gerçekleştirilmesi için AB’nin
baskısının zaruri olduğu vurgulanıyor.
Gerçi son iki senede gerçektende bir dizi kanun değişiklikleri
yapıldı. Fakat bunların pratiğe geçirilmesi halen
yetersiz. Kürt dilinde yayınlar serbest olmasına rağmen,
düzenli olarak bazı Kürt şarkılarının dinletilmesi
yüzünden kapatma kararları alınıyor. Halen solcu, Kürt ya da
İslami muhabirler yüksek para ve hapis cezalarına
çarptırılıyorlar. Ve halen Türkiye’nin Kürt güney
doğusunda askeri operasyonlar gerçekleşiyor.
Türk insan hakları derneği birçok işkence olaylarını
belgelediği halde, AB-Komisyonu artık ‚sistematik işkence’ görmüyor.
Avrupa’daki siyasi mülteciler için bu genel masumiyet duyurusu, işkence
devleti Türkiye’ye sürülmeleri için hiçbir engelin kalmadığı
anlamına geliyor. İlk örnek hadise ‚Köln Halifesi’ Metin
Kaplan’ın Ekim 2004’de sürülmesiydi, bunu solcu ve Kürt mültecileri
takip edecek.
Türkiye sadece kağıt üzerinde AB’ye yaklaşırken,
AB-devletlerinin insan hakları pratiği ‚teröre karşı
mücadele’ başlığı altında Türkiye’ye yaklaşmaya
başladı.
Türk mahkumlarının yıllardır ‚ölüm oruçlarıyla’
mücadele ettikleri meşhur Türk F-tipi tecrit hapisleri özellikle
‚terörle mücadele’ konusundaki Avrupai standartlarını örnek
alıyor.
Türkiye’deki parlamenter Cumhuriyetin yüzünün arkasında halen 1980’de
askeri darbeyle ikame edilen ‚derin devlet’ hakimiyetini sürdürüyor. Demokratikleşmede
yüzeysel rötuşlardan fazlasını beklemek bir illüzyondur.
Avrupai sermaye kar çıkarlarını garanti altına almak için
nihai olarak Türk oligarşları ve askeriyesine muhtaç. Ordu
şekilsel olarak siyasetten geri çekilip kışlaya döndüyse de
arka planda herşeye hakim güç olarak duruyor. Şayet kitlelerin
sefalete sürüklenmesine tepki olarak radikal İslami akımlar
güçlenirse generaller düzeni ‚denenmiş tarzda’ sağlarlarsa AB
tarafından pek protestolarla karşılaşmazlar. Sonuçta AB
daha 1997’deki İslami hükümet başkanı Erbakan’a yönelik
‚soğuk darbeyi’ gönül huzuruyla hoş görmüştü.
Kürt sorununun çözümü
AB Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme hakkını
gerçekleştirebilecek mi ? Kürtlerin AB tarafından ulusal
haklarının tanınma ümitleri pek gerçekçi gözükmüyor. AB
azınlıkların korunması konusunda yüzeysel kanuni
değişikliklerle yetiniyor ve bölgesel bir otonomi bile talep
etmiyor. Kürt kartı ülkeyi neokolonyal diktaya daha kolay boyun
eğdirmek için sadece kullanılıyor. AB-komiserleri Türk
Kürtlerinde muğlak vadlerle, ABD’nin Irak Kürtlerinde bulduğu gibi,
uysal yardımcılar bulmayı ümit ediyor.
Avrupa Parlamentosu’nun Leyla Zana’ya Zaharow-ödülünü verirken, Avrupa’da
Kürt kurtuluş hareketinin takibi devam ediyor. Bu cümleden olarak Kürt
Halk Kongresi Kongra-Gel 2003 yılından beri AB’nin terör
organizasyonları listesinde geçiyor. Almanya’da Kürt
organizasyonları daha 80’li yılların sonlarından itibaren
takip edildiler ve yasaklandılar.
Bask ülkesi örneği AB’nin kendi iktidar alanında ulusal
azınlıkların kendi kaderlerini belirleme hakkını
kabul etmekten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. İspanya’da
sırf düşünceleri yüzünden yüzlerce siyasi mahkum bulunuyor. Ve
terörle mücadele adı altında orada Kürt HADEP-partisine benzeyen
solcu ulusal Batasuna partisi Avrupa’daki kurumlarda protesto
olmaksızın yasaklanabildi.
İktidarın genişlemesine karşı direniş
AB yeni AB-Anayasası’nda kendisini ekonomik düzenlemelerin
azaltılmasını ve askeri yönden silahlanmayı kendine hedef
kılan neoliberal kapitalist bir projedir. AB’nin Türkiye’yi içine
alması antikapitalist güçler tarafından arzu edilemez, zira
Doğu ülkelerine genişlemede bile emperyalist yayılmanın
bir şekli sözkonusuydu.
Bu yüzden Avrupa’daki ve Türkiye’deki sol demokrasi ve insan hakları
adına ne liberal AB-taraftarlarının safına ne de
milliyetçi ve ırkçı karşıtların tarafına
geçmeli. Gelecek yıllarda neoliberal AB-uyum politikaları halk
kitlelerin kendine gelmelerine yol açacak. Ondan sonra Avrupal’lı ve
Türkiye’li antikapitalist güçlerin ortak bir Anti-AB-bloku fırsatı
doğabilir...
1 AB Türkiye’ye bir metres gibi davranıyor. Die Welt, 22.2.2004
2 Ilker Atac: AB Türkiye’de nasıl bir devlet istiyor ? Kurswechsel
1/2004
3 Dış ekonomisi için federal ajans: Türkiye – 2004/05
yılı dönüşümünde ekonomik trendler. Branşlarda ve
sektörlerde/tarımda gelişmeler, 23.11.2004
4 Werner Gumpel: AB’ye ekonomik ve sosyal yönden aşırı yük mü
? Siyasi eğitim için federal santral
|